13 Aralık 2011 Salı

Herr Sommer Beyaz Mantolu Adama Karşı

Aslında birbirinden farklı; ama yine de benzer iki adam, iki öykü… Birinin yazarı Süskind, öbürünün Oğuz Atay. Süskind’in yazdığı “Koku” o kadar kuvvetliydi ki; diğer tüm yapıtları yeteri kadar algılanamadı. Bunlardan biri Bay Sommer’in hikâyesi… Bir başyapıt mı? Hayır! Ama bir çocuğun hikâyesinin içinden geçen durmayan-duramayan ve durmak da istemeyen bir adamın hikâyesi ve bu hikâyenin bazı yerleri var ki; sanırım hep anımsayacağım: Çocuğun intihar etseydi; önemsediği insanların ne denli üzüleceğini düşünüp mest olduğu o hayal, piyano hocasının üzerinde hissettirdiği o baskı ve son sahne… Daha önce başka bir yerde de karşıma çıkan tanıdık bir son…

İki hikâye birbirinden çok farklıdır aslında Atay’da kahramanımız tektir: “Beyaz Mantolu Adam”; ama Bay Sommer, buna karşın hikâyenin asıl kahramanının büyüme evresinden geçen bir eksendir, başrolde değildir. Farklıdır hikâyeler evet; çünkü “Beyaz Mantolu Adamın” en büyük silahı susmakken; Sommer çok üstüne gidildiğinde bir iki cümle bir şeyler söyleyebilmektedir… Hele bir yerde öyle bir şey söylüyor ki; orada eminim Beyaz Mantolu Adam yanında olsa onu canı gönülden alkışlardı: Şiddetli bir dolu fırtınasında çocuk kahramanımız babası ile yolda Herr Sommer’i görüyor, babası bir acıma duygusuyla ve inanılmaz bir ısrarla Herr Sommer’i arabaya davet ediyor; ancak o gelmiyor (Beyaz Mantolu Adam’ın da benzer inatlarına rastlıyoruz) ve en sonunda Sommer bunalıp: “Eee yeter ama beni rahat bıraksanıza artık!” diyerek noktayı koyuyor. Bu performansı kuşkusuz Beyaz Mantolu Adam’dan beklemiyoruz zira o, diğerlerinin cezasını susarak veriyor. Sahildeki toplulukta Beyaz Mantolu Adam’dan ona “ait olmayan” bir şeyi çıkartmasını istiyorlar: kadın mantosunu… Bu konuda şiddete başvuracak kadar da kararlılar. Susmaktan da anlamıyorlar; büyük bir yanılgıdalar oysa; çünkü o adam o toplumdan daha çok o beyaz mantoya ait. Tıpkı Herr Sommer’in; Obernsee’dan çok yürüyüşlerine ait olması gibi…

İki karakter arasındaki benzerliklerle de az değil aslında; ikisi hakkında da çok şey bilmiyoruz (“Kimse Bay Sommer’e ilişkin hemen hemen hiçbir şey bilmediği halde, bu bayın o zamanlar bütün ilin en tanınan adamı olduğunu ileri sürmek pek de yanlış olmazdı”) İkisinin de giyimi dış dünya tarafında yadırganıyor: Beyaz Mantolu Adam, giyimi yüzünden; kullanılıyor, itilip-kakılıyor, hatta kovalanıyor. Yine çocuk kahramanımız Herr Sommer’in giyiminden şöyle bahsetiyor: “Kışın uzun, siyah, çok bol ve tuhaf bir katılığı olan, her adımda da, gövdesinin üzerine geçirilmiş fazlasıyla büyük bir kabuk gibi sallanıp duran bir palto giyerdi.”
Ve elbette sonları, onları en çok benzer kılan: İkisi de suya elbiseleriyle sorgusuzca yürüyor ve tamamen suya gömülene kadar da vazgeçmiyorlar. Toplumun baskısından bir arınma imgesi olarak kullanılan “su” ile ve ona kaçarak kurtuluyorlar.

Bu sonun benzediği üçüncü bir “son”u izledim dün: Çağan Irmak’ın “Dedemin İnsanları” filmindeki dedenin intihar sahnesi… Aşırı şüpheci olduğum düşünülebilir, Herr Sommer’in intihar sahnesini yazıp takdiri size bırakıyorum:
“… Şimdi su omuzlarına çıkmıştı bile, şimdi boynuna … o hala ilerliyor, gölün üstüne üstüne gidiyordu … biraz daha suya gömüldü, boynuna kara, gırtlağına kadar, çenesinin üzerine kadar … sonra bir çırpıda yok oluverdi yalnızca hasır şapka kalmıştı suyun üstünde…”
Haydi şimdi bu iki adam bir iyilik yapalım ve onları “Rahat bırakalım artık!”.

Kaynakça: Atay Oğuz, Korkuyu Beklerken (İletişim Yayınları); Süskind Patrick Herr Sommer’in Öyküsü (Can Yayınları)

6 Aralık 2011 Salı

Vater und Sohn




"Seninle ikimizin arasında geçenler, aslında bir savaş sayılmazdı,; çok sürmeden benim işim bitirilmiş, geriye kala kala kaçışlar, hınçlar, üzülmeler, içte sürdürülen boğuşmalar kalmıştı"
Babama Mektup, F. Kafka


Bu denli sevimli iki çizgi kahramanla ilgili olan bu yazıya, neden böyle bir alıntı ile başladım bilemiyorum (ama şimdilik tüm suçu Almanca çağrışımlara atıyorum). Bir çok kişi gibi ben de Erich Oser'in resmettiği "Vater und Sohn" (Baba ve Oğlu) ile Almanca öğrenmeye başladığımda tanıştım. O zamanlar annemle birlikte gidiyorduk kursa ve yaşıma en yakın kişi benden 10 yaş büyüktü. On yaşlık bir fark, 11 yaşındaki bir çocuk için hayli zordu. Cumartesi 9:00'da başlayan kurstan nefret ediyordum. Uykum geliyordu, daha da kötüsü uykum geldiği için bana acıyorlardı. 11 yaşında büyükler tarafından acınmak, gururumu kırıyordu. Uyumamak, uyumamak ne kadar zor olabilirdi... Çok zordu. Öğretmen de (Henüz 15 yaşından küçük olduğum için hoca diyemiyordum) bana Almanca bir şey soracağında eğilerek, yapmacık bir gülümsemeyle sorardı. Ah ona şöyle demeyi ne çok isterdim: "Hey Bayan, eğilince ve sahte sahte gülünce sesiniz daha iyi gelmiyor!" Ama çocuktunuz,böyle lafı gediğine sokan söylemleriniz bile "Bakın ne de güzel cevap verdi, pek zeki maaşallah" ve türevi yanıtlarla bayağılaştırılacaktı.
İşte bu sıkıntılı günlerimde, büyüklerin dünyasına hiç de yakışmayan iki süper kahraman çıktı karşıma: Vater und Sohn...
Bir baba ve oğlu, sürekli bir kargaşanın, sakarlığın ve talihsizliğin girdabında mizaha doğru çekilmekteydiler. Komiktiler, bir çocuğu güldürmek zordur. Yetişkinler mi? Böyle asık suratlı ve kuralcı olduklarına bakmayın, onlar her şeye gülerler. Hatta entellektüel geçinen tiyatro seyircisi kitlesi var ya; o kitlenin daha içinde; "hasiktir!, vay pezevenk, nah!" sözcükleri geçen bir oyun diyoloğuna gülmediklerini görmedim.
Bu keyifli resimlere bakarken, tam da her şey yolunda dersten de keyif alıyorum diye düşünürken, büyükler illa büyüklüklerini göstereceklerinden keyfimi kaçırmayı başardılar. Öğretmenimiz, sanki her şey yeterince net değilmiş gibi bizden baba ve oğlanın resmedilen hikayesini yabancı dilde aktarmamızı istedi. Aklıma bir sürü komik yaratıcı fikir geliyordu (çünkü çocuktum); ama bunları Almanca anlatmak... Aman Tanrım ne büyük bir işkenceydi... Almanca sadece; sayıları, ismimi, nereden geldiğimi ve renkleri bilen 11 yaşındaki ben, fırına verdiği pastaya kuru üzüm koymayı unutan babanın, kuru üzümleri mermi gibi tüfeğe yerleştirip pastaya ateş ettiği hikayeyi nasıl anlatabilirdim? Büyükler genelde "nasıl" ile ilgilenmiyordu. Bunu yapamayınca da bu çocukluğuma vuruluyor; aynı acıyan sahte gülümsemelerle bana bakılıyordu... Büyükler bununla da yetinmediler, dersi aksattığım beni kırmadan annem vasıtasıyla bana iletildi (her zaman araya adam koymaya bayılır zaten bu büyükler).
Vater und Sohn, o günlerde beni bir tek onlar anlıyordu. Girişteki alıntıya gelince... Hala doğru bir alıntı olmadığını düşünüyorum. Gelin onu, hayatında asla çamaşır yıkamayacak bir film yıldızının, bir deterjan markasının reklamında yer almasıyla bir tutalım ve bu bahsi kapatalım. Çünkü buradaki baba oğlunu gerçekten seviyordu, oğlu da babasını. Tamam, zaman zaman şiddete başvuruyordu; ama seviyordu, gerçekten. Ohser, bir çiziminde; babayı oğlu uyurken onu uyandırmadan yatağı ile birlikte doğaya taşıdığını çizmişti. Bir nehir kenarındaki çimenlikte gözlerini açan oğulun etrafındaki geyiklerle, ağaçlarla, tavşanlarla nasıl mutlu bir güne uyandığını... hadi Almanca anlatalım (korkarım ben de büyüdüm).

14 Ekim 2011 Cuma

Max Eyth See


Fotoğrafta gördüğünüz göl benim için en güzel göl… Suni, yeşil, hiçbir estetik özelliği de yok; bu nedenle zevksiz olduğumu düşündüğünüz için sizi suçlayamam… Her yazımda olduğu gibi burada da bir “ama” var ama…

Ama hiçbir göl duygularımı bu kadar harekete geçiremez benim… Çocukluğuma dair mutluluk anıları hatırlamaya zorladığımda, iki büyük gezegen gelir gözümün önüne ve diğer tüm anılar uydulaşır (ve çoğu uydu gibi çıplak göz ve zihinle seçilemez illa bir fotoğraf, bir yazı, bir nesne, bir yara gerektirir ki görebilesiniz veya hatırlayabilesiniz). Bu iki gezegenin isimleri: “Max-Eyth-See” ve “1989 yılbaşı”dır. Yılbaşını daha sonra anlatırım…

Max Eyth See Stuttgart’ta oturduğumuz sıralarda, bizim eve oldukça yakın, tramvay durağının dibinde başlayan suni bir göldü. Babam Konsolosluktan akşama doğru o tramvayla gelirdi, Annem, ben ve ablam küçük bir piknik sepetine, annemin önceden kızarttığı tavuk parçalarını, varsa börekleri, kekimizi ve de çay dolu termosumuzu koyar (sepette sepetmiş hani deyip E.Cansever’e selam durayım) o harika yokuştan aşağı inerdik.


Yolumuzun kenarında yemyeşil ağaçlar vardı, yol üstünde bir de Almanların “Spielzeugautomat” (yaklaşık şu üsteki fotoğrafa benziyordu.) dedikleri içine bozuk para tıp çevirince küçük oyuncaklar veren (artık Türkiye’mizde de görüyorum kuşkusuz çok ilerledik ) “para tuzaklarından” vardı. Evden aşırdığım 50 pfenigler (Alman Kuruşu) ile bunlardan küçük oyuncaklar alırdım. Şu an aklımda yalnızca bir tanesi var (demek ki en sevdiği oymuş): Paraşütlü asker. Havaya atınca bezden paraşütü açılıp yavaşça yere doğru süzülen, küçük metalden bir asker.
Biz babamdan önce gelip, güneş hafif hafif batarken onu beklerdik, Acaba hangi tramvayla gelecek diye ben biraz yukarıda, tramvay durağında beklerdim. Ardından vagonların birinden çıkı verirdi. Koşarak yanına gider, oğlan bir yalakalıkla çantasını taşımaya çalışırdım. Sonra hepimiz ilk fotoğraftaki gibi bir banka oturur, getirdiklerimizi yerdik. O kadar mutluydum ki; anneannemden ezberlediği o cümle ile bu mutluluğu garanti altına almaya çalışırdım o çocuk halimle: “Allah’ım sana sonsuz hesapsız şükür…” Benim için aile o fotoğraftır işte.

Bir gün ben de o fotoğrafı yaşatmak istiyorum. "Başarı" diye peşinden koştuğumuz doyumlar var ya, bence Max Eyth See’de birbirini mutlu olmak için bekleyen bir aileden daha büyük bir başarı yoktur…

9 Ekim 2011 Pazar

Bir Zamanlar Anadolu'da...



Bir zamanlar Anadolu'da, Bilge Karasu adında bir adam, "günlerden deniz, sulardan salı, yürürden vatos, yüzerden kedi" diyecek kadar çok sevdi kedileri...

6 Ekim 2011 Perşembe



Bir zamanlar Anadoluda, Homeros: "Şu dünyada soluk alan, yürüyen yaratıklar arasında insandan daha acınacak bir yaratık yok." dedi...

5 Ekim 2011 Çarşamba

Bir Zamanlar Anadoluda...




Bir Zamanlar Anadolu filmini o kadar çok sevdim ki... Kurgusu, romansal göndermeleri ıvırı-zıvırı bunların hepsi söylendi, söyleniyor, söylenecek... Hepsi de "harika" tespitler; ama kalsın... Filmin beni asıl vuran tarafı, yalnızca yaz tatillerinde ve bayramlarda gittiğim o İç Anadolu kasabasını bana yeniden göstermesiydi...
İyi bira sarısı ekin tarlasını, elimdeki orakla büyük bir hevesle ve beceriksizce biçerdim. Bundan da kandırıkçı bir emekçi doyum alırdım o günlerde...İşte o günlere gittim ben. Yabancısı ve en fazla misafiri olabildiğim o kasabaya... İşlenmiş tarlada koşturmam... dedem için çok mühim olan; ama benim son derece sıkıcı bulduğum dertler; tarlanın duvarının yapılmayışı, arılarımızın kovan kovan boşalması gibi(hatta arılardan korktuğum için dedemin bu derdinden mutluluk bile duyuyordum). Kenter yapımızla uğraştığımız her kırsal işin "yapmacık" kalması... Bu asla gideremeyeceğimiz, farkın, elimizde olmayan ama işimize de gelen ayıbın yarattığı o baskı... Tüm bunları derin bir nefesle yeniden soludum...

Filmde tek beğenmediğim şey; iki oyuncuydu: biri herkesin çok başarılı bulduğu otopsi görevlisini canlandıran Kubilay Tuncer, diğeri de Adliye katibi rolündeki Celal Acaralp. İkisinin de çok iyi oyunculukları olabilir; ancak bu filmde ben tam kasaba hastanesinde bir tabureye oturmuş otopsiyi izlerken beni dışarıya, sinema salonuna attılar. Çünkü doktor, savcı ve komiserin aksine onlar o kasabadan değildiler ve bunu bariz bir şekilde bana gösterdiler.

Tüm bu, bazı yerleri beğenmeme şımarıklığıma rağmen, izlediğim filmler içerisinde bana en yoğun duyguyu yaşatan filmdi. Şimdi filmin hislerimde yarattığı bu yoğun tat nedeniyle, sinema biletimi gezdirmeye karar verdim...

İlk Durak Polatlı dolaylarında bir otobüsün cam kenarı... Bir Zamanlar Anadoluda, Polatlı yolunda kendini arayan bir memur yaşarmış, çok ama çok güzel bir nişanlısı varmış...

16 Eylül 2011 Cuma

Öküzün baktığı gözle sevebilmek treni…



Tren yolculuklarını seviyorum. Bir Luna Park oyuncağına biner gibi hevesle binip, doyamadan iniyorum (keşke daha fazla jetonum olsaydı). İşin nedenini anlatmak genelde büyüyü bozar; ama şimdi olduğu gibi çoğu zaman da kaçınılmazdır. Özellikle de nedenlerin çözümünü okura bırakmak konusunda benim kadar bencil bir insansanız.

Yolculuğunuz içinde küçük yolculuklar gizlidir. Her vagon ayrı bir evin salonu gibidir ve her vagonda benzer bir dağılım vardır: bulmaca çözen bir aile babası (tercihen okuma gözlüklü), tren yolculuğu yaptığı için çok havalı olduğunu düşünüp pencereden dışarıya dalıp giden ergen, Kitap okur gibi gözükmeye çalışan genç kız, kitap okuyan genç adam, müzik dinleyen genç adam, dinlediği “havalı” müzik bir karşı cins tarafından duyulsun ve takdir edilsin isteyen genç adam, bu gencimizi yüksek ses konusunda uyaracak olan yaşlı teyze…

Tüm vagonlar birbirine benzese de, ayrı bir vagon var elbette: Yemekli Vagon! Bazen vagonlarda dahi gezmeden, biletimde yazan yeri görmeden bu vagona atıyorum kendimi. Yemekleri leziz değil, ayrıca oradaki çarkı döndürmek için sıklıkla sizden sipariş de bekliyorlar; ama orası olması gereken yer işte. Bir yanıma yükümü yığıyorum, diğer yanımı ay yıldızlı pencereye yaslıyorum. Burada ay-yıldız bana bir ülkenin bayrağından çok bir masalın gecesinden aşırdığım bir gölge gibi geliyor...

Yazmak çok keyifli oluyor o masada, okumak da öyle… Okuduğunuz bu yazıda da o keyfi tattım… Tabii her zaman iyi bir şeyler çıkmayabiliyor (şu an olduğu gibi); ama çalışma masanız, saatte yaklaşık 70 km hızla yerden iki metre yükseklikte gidiyor ve biranızı yudumlarken yanınızdan bir dünya geçiyor. O doyurulmaz açlığımızın bilinçsizce istediği (istedildiği) gibi tamamı değil elbette, yalnızca bir kesiti. O kesite nazır, yazınızı yazarken koyduğunuz nokta kağıda değil de yanınızdan geçen bir yaprağa konuyor. Benim uçan halım bu! Aslında tüm mesele “öküzün trene baktığı” o gözle, o tutkuyla bakabilmek trene…

bÖ!

19 Temmuz 2011 Salı

Oğuz Atay der ki;

"Eşyalarınıza alışamadım, yadırgadım onları. Salon-salamanjeyi, deniz gibi büyük ve kauçuk köpüklü yatağı olan karyolayı, aynı takımın yaldızlı gardrobunu ve gene aynı takımın şifonyerini ve gene aynı takımın tuvaletini sevemedim. Evinizde Türkçe bir şey kalmamıştı."

Tutunamayanlar s.31

26 Haziran 2011 Pazar

“Oraya oturmasın! Orası duygunun yeri…”



Yeni işimde ilk günümdü. Akşam iş çıkışı servise bindim ve gördüğüm ilk yere oturdum… Down sendromlu bir çalışanımız, şoföre yüksek sesle “Oraya oturmasın! Orası duygunun yeri” dedi benim küstahlığımı kast ederek… Garip oldum, hemen mahcup bir halde kalktım ve başka koltuğa geçtim… Orası Duygu’nun yeriydi ve ben o gün, hatta belki de hayatım boyunca, onun için hiçbir duygunun yerini dolduramayacaktım.

Peki, hayatta kaç kişinin duygusunun yeri bana ayrılmıştı… Biri geldiğinde ve o duygunun üstüne oturmaya kalktığında “Dur! Orası Başar’ın yeri.” diyebilecek kaç kişi vardı? Azdır ama vardır, eminim… Bazısında hemen şoförün arkasındaki, en fiyakalı yerdeyimdir, bazısında arka koltuğu beşliyenlerden biri… Yine de o yer benimdir.

Çok arkadaşım olmasını tercih etmedim hiçbir zaman (tabii ki, insanlar da benle arkadaş olmak için ölüp gitmedi)... Çünkü zaman denen şey çok değerli benim için. Sanırım bunun için az uyuyorum, 6:30’ta kalkmaktan rahatsızlık duymuyorum. Tanıştığım her yeni kişi sevdiğim kişilerle geçireceğim zamandan çalacaktır… O yüzden bir yerimin olduğunu bildiğim insanlarla olmaktan çok mutluyum. Yaşlılar, hamileler ve harp malulleri alınmasın, ama hayatta ayakta gitmeyi sevmiyorum…

bÖ!

5 Haziran 2011 Pazar


Avant d’aller dormir*

Masalları severim. Hayır, annem yatmadan önce masal okumazdı bana. Tek bildiği masal külkedisiydi zaten… Ben, masalları sevmeye fotograftaki kitapla başladım: Fransızca bir masal kitabı. Saatlerce kitabın kapağına bakıp, o rüya mavisi koltukta oturan Avrupai çocuk yerinde kendimi hayal ederdim. Okumayı bilmemenin o güzel günlerinde, harflerle bir alıp veremediğim hiç olmadı. Latin alfabesinin bu güzide mensuplarını gördüğümde hiçbir dil-din-ırk ayrımı yapmadan (subjektif çocukçuluk) hepsini resimlerin altındaki küçük karıncalar olarak görüyordum. Mühim olan resimlerdi.
Kitabın tüm masallarını resimlerden kendi kendime kurduğum hayaller aracılığıyla okuyordum. Kurduğum masallar o kadar netti ki; bu masallarda ne yazdığını büyüklerime (o zamanlar dünya nüfusunun %95’i benden büyüktü) sorma ihtiyacı dahi duymadım. Ancak; yelkovanını-akrebini ve kadranındaki tüm verileri yitiren bir tren istasyonu saati (ileri ki zamanlarda onun bir saat değil de alelade silindir şekilde kesilmiş bir Fransız kaşar peyniri olduğunu öğrenmem beni üzmüştü) ile bir çocuğun maceralarını anlatan masalın sonunun çikolatalı bir pikniğe nasıl dönüştüğünü hala tam olarak çözebilmiş değilim.

Amelie (Le fabuleux destin d'AméliePoulain) filmini bu kadar sevmemin arkasında da bu kitabın bilinçaltımdaki etkisinin olabileceğini savunan Toulouse’lu uzmanlar var. Sonra Türkçe kitaplarda resimlerin altındaki karıncalarla ismen de tanıştırıldım (Milli Eğitim Bakanlığı çok sevindi ve bu tanışmayı ıslatalım diyerek, okuma bayramı düzenledi.). Bu dönemde aklımda kalan eserlerden biri de Kibritçi Kız. Dünyanın en hüzünlü masalı (Evet deniz kızından daha hüzünlü!). Bir kibrit alevinde insanca yaşam demoları gören ve donarak ölen o zavallı kız… Dünya görüşümün oluşmasında da bir mihenk taşıdır. Münir Özkul’un kibritçi kızın donmuş bedenini kollarına alıp, New York Borsası’nda şöyle bir gezinmesi halinde kapitalizmin insafa geleceğini de ummadım değil bir vakit… Yine La Fontaine’den Rüzgar ile Güneş masalı da çok etkilemiştir beni.

Hüzünlü ve didaktik masalları çok sevmezdim aslında. Hatta masalların mutlu sonlarında her şey yola girmişken bitmelerinden nefret ediyordum. O noktada devam etmelerini, mutluluklarından biraz daha bahsetmelerini istiyordum. Ne bileyim: Kırmızı Başlıklı Kız iyi bir kısmet bulsun. Pamuk Prenses ve prensin balayından bir kesit alalım. Kül Kedisi (Cinderella) geldiği yerleri unutmasın oradaki kız çocuklarının eğitimini üstlensin falan isterdim.

Masalları genelin aksine masum da bulmam! Özellikle iyilerin çok acımasızlaştığını ve öç alma duygusuyla nasıl da vahşileştiğini düşünüyorum: pamuk prenseste cadının masalın sonunda uçurumdan atıldığını veya kırmızı başlıklı kızda kurdun uyurken karnının yarılıp, taşla doldurulup nehre atıldığını unutmayalım. Yine de masal denen dünya o kadar büyülü ki, öyle bir içine çekiyor ki beni karşı koymak istemiyorum, yumuşak bir kumsalda ayağımı gömer gibi gömülmek istiyorum o dünyaya… Bana kalırsa hayat da, eskiden bir masaldı ve kötü bir cadı onun tüm gerçek üstü kavramlarını elinden aldı. Fantastik kavramların yerine; sabah uykusunu alamamış çocuklar yerleştirdi okullara, memuriyeti getirdi, prenses dolu saraylar yerine adliye sarayları yaptırttı. Uçan halıları beton prangalarla boğazın derinliklerine attı. İşte bu yüzden hayvanlarla konuşamıyoruz, sonu ne olursa olsun ormanda karşımıza devasa pasta evler çıkmıyor, devleri yenemeyişimiz, uyuyan güzeli öpemeyişimiz, sevdiğimizin saçına tırmanarak kulelere çıkamayışımız hep bu yüzden. Ama biz, masal iyileri kadar vicdansız olmadığımızdan o cadıyı kazanlarda kaynatmıyoruz…
Masalları seviyorum belki de gereğinden fazla; ama ben şikâyetçi değilim masal hiç değil…

(*) Yatmadan önce

bÖ!

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Kafasızlığın peşinde: “L'homme sans tête“ üzerine bir kafa yoruş

“Fotoğraf kulübelerindeki yabancının kim olduğunu biliyorum. O bir hayalet. Kimse onu göremez Bay Quincampoix. Sadece fotoğraf filminin hassas yüzeyinde görebilirsiniz onu. Genç bir kız fotoğraf çektirmeye gittiği zaman yavaşça boynuna dokunarak, kulağına eğilir ve "huuu" der. İşte o zaman resmi çekilir Bay Quincampoix!”

Le fabuleux destin d'Amélie Poulain


Bulutların arasından boşluğa bırakılmış bir dolma kalem hızıyla düşmektesiniz. Bulutları ve zeplinleri ardınızda bıraktıktan sonra, bir binanın üst katındaki puslu bir pencere camından içeri giriyorsunuz. Kafasız bir beden, hüzünle puslu pencereden kenti izlemektedir. Bir hüzün var olduğu için ortada bir özne söz konusu. Öznemizin kafasız oluşunu yadırgasak da, onun o insancıl yanı nedeniyle bunu takıntı yapmıyoruz.

Bu noktada Pelin Aytemiz'e ait “Juan Solanas’ın Kafası Olmayan Adamı: Bay Phleps’in Bedeni Üzerine Bir İnceleme” adlı makalesinde tam isabetle belirtildiği gibi, olay daha şimdiden fazlasıyla Rene Margritte’leşmekte. Ressam Margritte, gerçeküstücülük akımının önemli temsilcilerinden. Gerçeküstücülükse, kısaca (ve kabaca) dadacılığın irrasyonel ve yıkıcı arayışlarını sadakatle taşıyan, mantık-ahlak-estetik yargıların eline geçmeden “sanatı” bilinçaltından dünyaya kaçırmaya çabalayan bir sanat akımı. Bilinçaltı söz konusu olduğu için Freud’dan oldukça etkilenmiş olması da kaçınılmaz oluyor…

Belirttiğimiz gibi hüzün, iradeye has bir duygu. İrade ise, insana dair anlatılan en eski hikâye ile doğuyor: Tevrat’ta Genesis (Yaradılış) bölümünde bahsedilen, “İyiyi-Kötüyü Bilme Ağacı” insana yasak edilmesine karşın, o ağacın meyvesini yiyen insan iradeye sahip oluyor. İlk fark ettikleri şey ise hayli ilginç: Çıplaklar! Bundan utanç duyuyorlar, bu nedenle kendilerine incir ağacı yapraklarından giysi yapıyorlar. Bir başka ifadeyle giysi dediğimiz şey, aslında insan iradesi kadar eskidir ve onunla iç içe geçmiştir.
İrade kişinin “iyi ile kötüyü” ayırt etme yetisidir (ne kadar başarılı olduğu tartışılır), kişiyi haklar kazanabilecek ve sorumluluklar yüklenebilecek konuma sokmaktadır. İrade, hüzündür ve hüzünlenebilen bir smokin, alacaklıdır, borçludur, suçludur, insandır!

Filmin başında kendimizi bulduğumuz bu oda da neyin nesidir peki? Bana göre bu oda filmde göremediğimiz kafasız kahramanımızın kafasının içidir (zihnidir). Bu “saçma ve tutarsız” sonuca varmamın birkaç nedeni var elbette: ilk olarak içinde bulunduğumuz oda binanın en tepesindedir, tıpkı insan başı gibi ve iki penceresi vardır dış dünyayı görebileceğimiz, gözlerimiz gibi; ikinci neden, odanın içindeki kitaplar, resimler, radyo, saat vb bir çok nesnenin zihne dair imgeler olduğunu düşünmem özellikle “kırmızı fuların”. Bir başka neden, insanın içinde bulunduğu yeri görememesidir. Tıpkı Fransız şair/yazar Guy de Maupassant’ın Eyfel Kulesi’nden nefret ettiği ve onu görmek istemediği için, kulede yer alan Jules Verne adlı restoranda yemesi üzerine anlatılan o meşhur hikâyede olduğu gibi (Belki Fransa’da okuyan Arjantinli yönetmenin usunun bir yerinde bu filmi çekerken geçmiştir bu durum).

Kırmızı fuların hikâyesi
Kafasız kahramanımız Bay Phelps’in, bir baloya iki bileti olduğunu ve sevdiği kadını buraya davet ettiğini görüyoruz. Bayanın yanıtı: Olumlu… Kahramanımızın neşesi oldukça yerinde, mutluluktan dans ediyor. Ta ki, kırmızı fular ile karşılaşana kadar… Onu görmesiyle keyfi kaçıyor. Bu nedenle fuların kesinlikle telefonda görüşülen ve fotoğrafta görülen kadına ait olmadığına eminiz, zira neşemizin kaynağı o bayanla buluşmaktı. Filmin başında, fuların yastığının yanında, başka bir anlatımla kafasız kahramanımızın başucunda olduğunu görüyoruz.

Çok değerli ama biraz “hayırsız” birine ait belli ki. Bana kalırsa, Bay Phelps’in filmin neredeyse tamamına yayılan tedirgin tavrının arkasında da bu kırmızı fuların sahibi var. Burada başka bir ip ucu olmadığı için, hikâyeyi ben yazıyorum: Bay Phelps, kafaların, giysiler, maskeler gibi değiştirildiği dünyada, kendine oldukça güvenen, karakterli ve etkileyici bir adamdır. Bir kadına aşık olur ve bu haliyle dahi karşılık bulur. O zamanlar çok mutludur, bayana bir fular hediye eder ve evet bu fular kırmızıdır… Ama kadın, kahramanımızı daha çekici bir yüz için terk eder. Oysa bu dünyada yüzler fiyatı olan ve kolaylık satın alınıp değiştirilebilen birer giysidir. Bayan ona fularını geri verir ve ilişkiyi bitirir.

Peki burada kadını ne kadar suçlayabiliriz? Giydiklerimiz bizden daha değerli gibi davranmıyor muyuz? Aynalarda bedenimizde dair parçalardan çok giydiklerimize bakmıyor muyuz? Aytemiz’e ait, filme esin kaynağı olduğu fikrine katıldığım Rene Margritte’nin “Le Chemin de Damas” isimli şu resmine bakalım:


Yolda bu iki karakterle karşılaşsanız, siz bu resimdekilerden hangisine saati veya bir yerin adresini sorardınız? Artık giysilerimiz, başka bir değişle hediye paketlerimiz, içinde gizlediğimiz hediyeden çok daha yaldızlı, parlak ve albenili… Çıplaklık ve gerçekler çağımızda yalnızca hayal kırıklığıdır. Genesis bölümünde bahsedildiği gibi, utancımızı sarmak için giydiğimiz “giysi” , çağımızda bizden daha fazla “insan”dır… Kadın bu dünyada yaşayan herkes gibi davranmıştır…

Bu kırmızı fular, kahramanımız için artık o kadındır. Onun zarif boynunun kokusunu taşımaktadır… Bay Phelps aldatıldığı bu durumu da protesto etmek için bundan sonra da, daha önce davrandığı gibi bir kafa taşımayı reddeder… Bu hazin aşk hikâyesi kahramanımızı oldukça tedirgin de etmiş, kendine ve dış dünyasına aşırı bir temkinle yaklaşmasına sebep olmuştur.

Kahramanımızın “kafasızlık” tercihi sonsuza kadar sürmemiştir, çünkü aşk yeniden ince yumuşak kökleriyle ruhunu sarmaya başlamıştır bile. Bay Phelps, aşkın ruhuna kattığı o erinç hafiflikle dans ederken karşısına bu değerli, ama yeri olmayan anı (fular) çıkar. Şimdi aşkın mutlu hali yaşanmaktadır ve bu anının yeri o oda (zihin) değildir. Atılmalıdır. Evet, tam anlamıyla bunu yapar! Kırmızı fuları unutmak, ondan kurtulmak için odadan (bana göre zihinden) dışarı atılmaktadır. Bay Phelps kırmızı fulardan ve sahibi kadından kurtulduğu için (sen öyle san!) yeniden dans ve mutluluk zamanıdır…

Ancak unutmak o kadar kolay değildir… Kendisine kafa almak için bir dükkâna giderken, kaldırımda fuları görür ve onu şefkatle yerden alır, ceketinin cebine koyar (zihne dönüş). Bu sahnede umut da vardır:



Filmden alınan yukarıdaki karede umudu simgeleyen, yeşil bir bitki görülmektedir. Bu cılız ama cesur canlı, kaldırımın o taştan kalbini yarmış, üstelik bir kaldırım taşını da yerinden oynatarak yapmış bunu. Bu umut değildir de nedir? Kırmızı şalın hikâyesini biz burada bitiriyoruz, Bay Phelps’in bitirip bitirmediği kendi bileceği iş…
Yüz satan dükkânın girişinde, aynı yüze sahip iki bayanın mutlu mutlu dükkândan dışarıya çıktığını ve Bay Phelps’i görmeleriyle keyiflerinin kaçtığını fark ediyoruz. Bunun nedeninin ise, az önce takım olarak aldıkları ve bundan mutluluk duydukları yüzlerin birer hüner değil, birer giysi olduğu gerçeğini, kafasız ve gerçek olan kahramanımızın bu haliyle yüzlerine vurması.

İçeride satıcı ile yapılan konuşmadan, kahramanımızın hayatındaki ilk kafasını aldığını anlıyoruz. Filmin ilerleyen kısmında satıcının Bay Phelps’e verdiği ilk kafanın, bir reklam panosunda şu sloganla görürüz: “Une tete tous les cous” sanırım “her boyuna uygun bir kafa” gibi bir anlamı var, yani herkes için uygun bir kafamız vardır gibi, adeta bir giysi reklamıymışçasına kafaları pazarlamaya yönelik bir slogan. Bu, kahramanımızın ilk kafasıdır ve tıpkı bir doğum sahnesi gibi kırmızı kadife perdelerin arasından Bay Phelps dünyaya yeniden ve “tam” olarak gelmektedir. Ancak ruh-doku uyuşmazlığı nedeniyle giyilen yüz: “Ben bu bedene ait değilim!” diye bağırmaktadır. Kahramanımızın yanına köpeği kucağında gelen kadın ise, sesi ile yüzü arasında 40 yıllık farkı kanıksamıştır ve yeni yüzünden memnundur.

Satıcımız, kahramanımız üzerinde ikinci olarak sunduğu kafayı alması için Alanya turist esnafı tarzı bir baskı kurmaktadır. Benzer şeyleri giyerek “Bakın aynısından ben de kullanıyorum, çok memnunum” der gibi satıcı da Bay Phelps’e verdiği ikinci kafaya benzer bir kafa takmıştır. Ancak ruhsal ifadelerin yansıması olan mimiklerde, yine tüm büyü bozulur.

Kahramanımız bütün bunlara karşın, bir kafa paketi ile dükkândan çıkar, çiçeğini alır ve buluşacakları kafenin WC’sine iner. Zira, kafalar birer giysidir ve toplum içerisinde değiştirilmesi yakışık alan bir şey değildir. Korkuyla aynaya bakar, ama o da ne? Harika olmuştur. Hık demiş ruhundan düşmüştür bu yüz. Mimiklerde de herhangi bir aksaklık yoktur. Âşık olduğu kadın onu “tam” olarak görecektir artık. Ama olamaz! Bu siyahi yüz beyaz elleriyle hiç de uymuyodur ki… Ne kadar benimsersek benimseyelim bizim olmayan bir yabancıdır bu yüz. Yıkılır. Çaresizce kafayı çıkarır ve kafasız olarak aşkına ilerler. Ancak kadın ona aşkla bakmaktadır. Belli ki bir giysiye değil o’na âşıktır. Kafeden çıkarlar ve kafasız ama mutlu kahramanımızın koluna girer ve baloya giderler. Bu esnada hava dev bir gemi olarak limana ağır ağır yaklaşmasıyla tatlı bir yumuşaklıkta kararır, gece denilen şey bu geminin gölgesi kadar romantiktir çiftimiz için. Gökten muhtemelen üç zeplin geçmektedir ve film mutlu bir başlangıçla, müzik, dans ve aşkla sona erer. Harikadır film…

bÖ! (Başar Öztürk)

20 Nisan 2011 Çarşamba

Le Fabuleux destin d’Amelie Poulain Kırmızı-Yeşil Bir Film

“Les poules couvent souvent au couvent”

Sinemada siyah-beyaz, ilk olarak bir tercih değildi, bir zorunluluktu: asil, anlamlı, karşıtlığa dolayısıyla dramatik çatışmaya müsait hoş bir zorunluluk... O zaman yaşayanlar için hiçbir şekilde nostaljik bir yanı da yoktu… Siyah-beyaz kaçınılmaz olarak yerini, renkliye bıraktı, renkli daha renkliye, daha renkli, daha canlı ve net renkliye ve o da son olarak üç boyutlu filmlere... Her biri bir öncekinin nostaljisini oluştursa da, hiçbiri siyah-beyaz kadar güçlü olamadı. Bu durumun fotograf negatifinin ironisinden de kaynaklandığını düşünüyorum: siyah olan aslında beyazdır, Beyazsa kap kara bir alan. Çağımıza ne kadar da uygun: kimse kendi değildir… Biri hariç: Amelie Poulain…

Jean Pier Jeunet’in filmi bana göre yeni bir şey yakaladı (bir çocuğa göre her şey yenidir, çünkü birçok şeyi bilmemektedir): yeşil-kırmızı film. Biliyorum, aklınıza hemen Kieslowski’nin o meşhur üçlemesi gelecek: mavi-beyaz-kırmızı. Ama kast ettiğim yalnızca ağırlıklı olarak bir rengin kullanılması değil, çok daha fazlası… Kieslowski’nin filmlerinde baskın bir renk, tüm filmi sarar zira. Amelie ise kırmızı-yeşil bir filmdir, tıpkı siyah-beyaz film gibi bir kontrastla. Daha doğrusu hem kontrast hem de uyumla ve siyah-beyaz filmlerin aksine bir ortak noktası: bir grisi olmadan. Çünkü kırmızının zıttı yeşil olsa da, karışımları kahverengidir. Kahverengine ise, bu filmde pek rastlamayız. Kırmızı-yeşilin görsel olarak en başarılı uyumlarından biri, Amelie’nin St Martin Kanalı’nda taş sektirdiği sahnedir:



Amelie, benim en sevdiğim film. “Bu film neden benim en sevdiğim film?” sorusunu sorduğunuzda, ben keyifle yolda bozuk parasını düşüren insanların tepkilerini izliyor olacağım(Başar Öztürk, bozuk parasını düşüren insanları izlemekten, ayaklarına o yıl ilk kez denizin değmesinden, yazın sıcakta yastığını ters çevirip yüzünün bir dakikalığına serinlemesinden, sevgilisinin burnunun ucuna konan kar tanesinin erimesini seyretmekten hoşlanır. Başar Öztürk şunlardan hoşlanmaz; anne ve babasına bağıran ergenlerden, ayakkabı bağının çözülmesinden, çamaşır makinesinde unutulan kâğıt mendilin çamaşırlarına küçük parçalar halinde yayılmasından…).

Filmin fragmanında yer alan bir slogan vardı: “Amelie Poulain hayatınızı değiştirecek!” diye. Ne kadar da küçümsemiştim bu sloganı, ne denli iddialı bulmuştum. Ancak yanılmadı, Amelie Poulain benim hayatımı değiştirdi! İçimdeki çocuğu, “büyümek” denen, gri takım elbiseli, mühür kokan bir yağmur bulutuna kaptırmak üzereyken çıka geldi. Amelie ile ortak bir yanımız vardı: bedenlerimiz büyüse de zihnen çocuktuk. O sinemada filmi izlemek yerine insanların yüzlerine bakıyordu, ben elimdeki patlamış mısırların küçültülmüş birer bulut olduğunu düşünüyordum.



Bir ufak detayda benden: dostu ölen adamın ismini sildiği cep rehberindeki sağ sayfada alt alta yazılmış kırmızı dairedeki (evet, geometrik açıdan çok başarılı olmamakla birlikte o bir daire özünde)isim Raymond Dufail bizim kırılgan ressamımız….

Film Amelie’nin hayatla buluştuğu ilk an ile başlar. Tarih: 3 Eylül 1973. Saat 18:28:32’dir. Hayata dair güzel, sevimli, yalın ve hüzünlü bir zaman olan bu an’da Amelie’nin babasına ait x kromozomlu sperm annesine ait yumurtayı döllemiştir. Yani daha işin en başında küçük ayrıntıların büyük kahramanı Amelie Poulain nasıl bir dünyada bizi ağırlayacağının işaretini vermiştir. Jenerikte yer alan küçük Amelie Poulain’e ait anılar değildir, Amelie’nin dünyasıdır orası… Hiç büyülmeyen o büyülü yerdir…

Filmin başında karakterler bize çok yalın, ama çok açık bir şekilde Amelie tarzında tanıtılır, sevdikleri ve sevmedikleri ufak ayrıntılarla. Zira birini tanıdığınızı ancak onun ufak ayrıntılarını keşfettiğinizde bilebilirsiniz, geri kalan her şey teferruattır ve yalnızca sizin kafanızı karıştıracaktır. Bu nedenle, başarısız yazar Hipolitio’yu her gün gördüğüm iş arkadaşlarımdan daha iyi tanımaktayım.
Amelie’nin kaderini bir olay değiştirecektir: 31 Ağustos 1997 günü neredeyse tüm dünya için en önemli olay Prenses Diana’nın trajik ölümüdür. Ancak Amelie’nin hayatı çok daha önemli ufak ayrıntılarda gizli olduğu için, onun kaderini değiştirecek olan da; çocukca bir ayrıntıdır: oyuncak kutusudur. Bu kutu dünyadaki her şeyden önemlidir. (Tutankamon’un mezarının keşfeden kâşifin duyduğu heyecanı duymaktadır). Amelie için medyatik trajedinin bu hazine karşısında hiçbir değeri kalmamıştır. Yönetmen bunu filmde net bir şekilde hissettirir. Kutuyu bulduktan sonra umursamaz bir ifadeyle ölüm haberinin veren Televizyonu kapatır. Ayrıca filmin ilerleyen kısımlarında ölümü çok trajik bulan gazete büfesinde çalışan meraklı bayana, “Genç ve güzel olmasa bu kadar üzülmez miydiniz?” diye sormaktadır.



Filmden alınan yukarıdaki karede, motosiklet koleksiyon kartları, Fransız bisikletçi oyuncağı bir yarış arabası, bir futbolcu fotoğrafı, düdük vb paha biçilemez parçalardan oluşan kutuyu görüyoruz.

Amelie’nin, olgunlaşmasına izin vermediği hayal gücünün, beslendiği en önemli kaynak yalnızlığıdır. Çocukluğundan bu yana, yanlış teşhis edilen bir rahatsızlık nedeniyle yalnızdır. Tek arkadaşı intihar eğilimli balığıdır, ancak onu da annesi evde barındırmaz ve böylece ilk ayrılığını tadar. Yalnızlığını hayali kahramanlarla doldurur. Anne ve babası ile sıcak bir ilişki kuramadığı için, kafasına takılan ve nedenini bulamadığı her şeyi onlara soramamaktadır. O da tüm soruların yanıtlarını kendi hayal gücüyle yanıtlar. Bu yüzden plakların, krepler gibi yapıldığını sanmakta veya komadaki bir kadının tüm uykusunu uyduğunu düşünmektedir.

Amelie’nin yalnızlığı büyüdükten sonra da devam etti. Ta ki kaderini değiştiren o kutuyu bulana kadar. Bu kutu ona yaşadığı binadan arkadaşlar edinmesi dışında ve bunlardan çok daha önemli olarak Nino’ya kavuşturacaktı. Nino kalabalığa karışma fırsatı edinse de, o da Amelie gibi yalnız büyümüştü. Sınıfın acımasız çocukları onu dışlamışlardı ve yalnızlığa itmişlerdi. Bunu çöp kutusuna oturtulduğu çocukluk dönemine ait flashbackten anlayabiliyoruz. İnsanlar yanlarında istemedikleri şeyleri çöpe atarlar, Nino’nun sınıf arkadaşları da öyle yapmıştı. Bu yalnızlık ikisinin de hayal gücüne güç katmıştı. Amelie yatarken, tablolarda hayvanlar bir fabldan çıkmış gibi canlanıp yorumlarda bulunuyor, başucu abajurundaki domuzcuk ise uyuyabilmesi için ışığı kapatıyordu. Nino’da benzer bir şekilde, gece yatarken fotoğraf albümünden kendisine not içeren bir dörtlü polaraid ona Amelie ile ilgili bilgiler veriyordu.

Amelie ve Nino için yalnızlık bir tercih değilken, kırılgan ressamımız için bir tercih olduğunu anlıyoruz (Raymond Dufail: “Ben hiç dışarı çıkmam, dışarıda yalnızca alçaklar var.”), ama o da Amelie’nin bu hayatı güzelleştirme seferberliğine tüm bilgeliği ile katılıyor ve yalnızlığından böylece arınıyor. Filmimizin bir diğer yalnızı ise Renoir’ın sandalda öğle yemeği isimli tablosundaki kaçak bakışlı kız. Bu kızın film boyunca çok sık Amelie ile özdeşleştirildiğini görüyoruz.

Güçlü bir hayal gücüne sahip olan kahramanımız yapacağı yardımları çok göze batan şekilde yapmak istemiyor, harika ve keyifli stratejiler geliştiriyor: Dominic Bretodeau’yu sokakta çalan bir telefonla avlıyor, Kafedeki karakterlerin birbirlerinden hoşlanmaları için, ikisine de bu yönde bir duygu kıvılcımı atıyor ve bu işe dedikoducu büfeci bayanı da alet ediyor, Nino’yu Paskalya yumurtası arayan bir çocuğun heyecanının içine sürüklüyor… Amelie daha küçük bir çocuk, bu yüzden de öç alırken çok acımasız olabiliyor. Tıpkı manavın evinde hazırladığı türlü tuzaklarda olduğu gibi.

Kalbi olan herkesin görebileceğine inanan (hatta bir enginarın bile) Amelie, kör adamla yaptığı kısa yürüyüşte, hayatta göze çarpan ufak yalın ve değerli ayrıntılarla kör adama görsel bir şov sunuyor. Adamla ayrıldığı noktada, sarı ağırlıklı bir rengin adamın etrafını sardığını görüyoruz, bence burada yönetmen bir körün gözünden mutluluğun rengini anlatmaya çalışmış.

Amelie Nino’nun, fotoğraf albümünde yer alan adamın kimliğini, nasıl da merak ettiğini çok iyi anlıyor ve çocukça gerçek üstü bir gerekçe uydurarak onun bir ölü olduğunu Nino’ya anlatmaya çalışıyor, Aşağıdaki karede Amelie’ye bakarsanız onun hareketlerinden de bir çocuk gibi davrandığını görebilirsiniz.



Kahramanımız iyilik yaptıkça kendini daha iyi hissediyor, ancak bir şey fark ediyor hayatındaki en yakın iki kişiye henüz yardım etmediğini: Babasına ve kendisine… Hemen babasına gidiyor, babasını uyandıracakken, bahçe cücesi ile göz göze geliyor ve planını orada kuruyor. Seyahat etmeye ikna edemediği babasını, bir bahçe cücesinin bile dünyayı gezebileceğini belgelerle (hostes arkadaşına çektirttiği fotoğraflar) kanıtlamaya karar veriyor.


İstanbul’u da ziyaret eden bahçe cücesinin dünya turu.

Babasından sonra sıra, yardıma en muhtaç kişiye, kendisine geliyor. Nino’ya aşık, ama zihnen bir çocuk olduğu için çok kırılgan, doğru strateji olmadan bu işi riske atmak istemiyor. Aslında bunların hiçbiri değil, gerçek denen o acımasızlıkla yüzleşmekten korkuyor. Çünkü şu an her şey bir oyun. Her çocuk gibi Amelie’de oyunu çok seviyor… Oyunun sonunda Nino Cafe’ye kadar geliyor… Ama bu noktada bazı yetişkin adımlara da ihtiyaç duyuluyor. Bu muhtaçlık Amelie’yi korkutuyor. Aşkının gidişi karşısında bir sürahi su gibi dökülse de yerlere, çare yok kaçıyor… Hatta öyle kaçıyor ki gerçeklerden, ev telefonunu yastıkların altına gömüyor… Burada su bardaklı küçük kıza, kırılgan ressamımız yardım ediyor ve son bir cesaretle Amelie’nin aşkına kavuşmasını sağlıyor. Bu arada en sevdiğim sahnelerden biri var. Nino ile Amelie’nin bir kapının iki yüzünde birbirlerini dinlemeleri başında belirttiğim kırmızı-yeşil filmin en önemli yansımalarından biri bana kalırsa:


Le Fabuleux destin d’Amelie Poulain kırmızı yeşil bir film…

Nino’yu içeri alan Amelie, onu kendi dünyasına, yine kendi yöntemiyle alır: önce dudağında gülüşün bittiği yerden öper, sonra boynundan, ardından da gözünden… Ardından aynı seremoninin kendisine yapılmasını bekler… Amelie’nin kırmızı-yeşil dünyasına hoş geldiniz…
bÖ!

16 Şubat 2011 Çarşamba



1955-1956 yıllığında Oğuz Atay için şu ifade yer alır: "Suna Kan'ı çok beğenir ve sanatını da takdir eder. Üç gece arka arkaya rüyasında suna kan konseri dinleyince, pijamalı oluşundan utanıp, dördüncü gece lacivert elbisesiyle yattığını anlatmaktadır." Onun müthiş hüzünlü, müthiş mizahlı harika anısına...

bÖ!