4 Mayıs 2011 Çarşamba

Kafasızlığın peşinde: “L'homme sans tête“ üzerine bir kafa yoruş

“Fotoğraf kulübelerindeki yabancının kim olduğunu biliyorum. O bir hayalet. Kimse onu göremez Bay Quincampoix. Sadece fotoğraf filminin hassas yüzeyinde görebilirsiniz onu. Genç bir kız fotoğraf çektirmeye gittiği zaman yavaşça boynuna dokunarak, kulağına eğilir ve "huuu" der. İşte o zaman resmi çekilir Bay Quincampoix!”

Le fabuleux destin d'Amélie Poulain


Bulutların arasından boşluğa bırakılmış bir dolma kalem hızıyla düşmektesiniz. Bulutları ve zeplinleri ardınızda bıraktıktan sonra, bir binanın üst katındaki puslu bir pencere camından içeri giriyorsunuz. Kafasız bir beden, hüzünle puslu pencereden kenti izlemektedir. Bir hüzün var olduğu için ortada bir özne söz konusu. Öznemizin kafasız oluşunu yadırgasak da, onun o insancıl yanı nedeniyle bunu takıntı yapmıyoruz.

Bu noktada Pelin Aytemiz'e ait “Juan Solanas’ın Kafası Olmayan Adamı: Bay Phleps’in Bedeni Üzerine Bir İnceleme” adlı makalesinde tam isabetle belirtildiği gibi, olay daha şimdiden fazlasıyla Rene Margritte’leşmekte. Ressam Margritte, gerçeküstücülük akımının önemli temsilcilerinden. Gerçeküstücülükse, kısaca (ve kabaca) dadacılığın irrasyonel ve yıkıcı arayışlarını sadakatle taşıyan, mantık-ahlak-estetik yargıların eline geçmeden “sanatı” bilinçaltından dünyaya kaçırmaya çabalayan bir sanat akımı. Bilinçaltı söz konusu olduğu için Freud’dan oldukça etkilenmiş olması da kaçınılmaz oluyor…

Belirttiğimiz gibi hüzün, iradeye has bir duygu. İrade ise, insana dair anlatılan en eski hikâye ile doğuyor: Tevrat’ta Genesis (Yaradılış) bölümünde bahsedilen, “İyiyi-Kötüyü Bilme Ağacı” insana yasak edilmesine karşın, o ağacın meyvesini yiyen insan iradeye sahip oluyor. İlk fark ettikleri şey ise hayli ilginç: Çıplaklar! Bundan utanç duyuyorlar, bu nedenle kendilerine incir ağacı yapraklarından giysi yapıyorlar. Bir başka ifadeyle giysi dediğimiz şey, aslında insan iradesi kadar eskidir ve onunla iç içe geçmiştir.
İrade kişinin “iyi ile kötüyü” ayırt etme yetisidir (ne kadar başarılı olduğu tartışılır), kişiyi haklar kazanabilecek ve sorumluluklar yüklenebilecek konuma sokmaktadır. İrade, hüzündür ve hüzünlenebilen bir smokin, alacaklıdır, borçludur, suçludur, insandır!

Filmin başında kendimizi bulduğumuz bu oda da neyin nesidir peki? Bana göre bu oda filmde göremediğimiz kafasız kahramanımızın kafasının içidir (zihnidir). Bu “saçma ve tutarsız” sonuca varmamın birkaç nedeni var elbette: ilk olarak içinde bulunduğumuz oda binanın en tepesindedir, tıpkı insan başı gibi ve iki penceresi vardır dış dünyayı görebileceğimiz, gözlerimiz gibi; ikinci neden, odanın içindeki kitaplar, resimler, radyo, saat vb bir çok nesnenin zihne dair imgeler olduğunu düşünmem özellikle “kırmızı fuların”. Bir başka neden, insanın içinde bulunduğu yeri görememesidir. Tıpkı Fransız şair/yazar Guy de Maupassant’ın Eyfel Kulesi’nden nefret ettiği ve onu görmek istemediği için, kulede yer alan Jules Verne adlı restoranda yemesi üzerine anlatılan o meşhur hikâyede olduğu gibi (Belki Fransa’da okuyan Arjantinli yönetmenin usunun bir yerinde bu filmi çekerken geçmiştir bu durum).

Kırmızı fuların hikâyesi
Kafasız kahramanımız Bay Phelps’in, bir baloya iki bileti olduğunu ve sevdiği kadını buraya davet ettiğini görüyoruz. Bayanın yanıtı: Olumlu… Kahramanımızın neşesi oldukça yerinde, mutluluktan dans ediyor. Ta ki, kırmızı fular ile karşılaşana kadar… Onu görmesiyle keyfi kaçıyor. Bu nedenle fuların kesinlikle telefonda görüşülen ve fotoğrafta görülen kadına ait olmadığına eminiz, zira neşemizin kaynağı o bayanla buluşmaktı. Filmin başında, fuların yastığının yanında, başka bir anlatımla kafasız kahramanımızın başucunda olduğunu görüyoruz.

Çok değerli ama biraz “hayırsız” birine ait belli ki. Bana kalırsa, Bay Phelps’in filmin neredeyse tamamına yayılan tedirgin tavrının arkasında da bu kırmızı fuların sahibi var. Burada başka bir ip ucu olmadığı için, hikâyeyi ben yazıyorum: Bay Phelps, kafaların, giysiler, maskeler gibi değiştirildiği dünyada, kendine oldukça güvenen, karakterli ve etkileyici bir adamdır. Bir kadına aşık olur ve bu haliyle dahi karşılık bulur. O zamanlar çok mutludur, bayana bir fular hediye eder ve evet bu fular kırmızıdır… Ama kadın, kahramanımızı daha çekici bir yüz için terk eder. Oysa bu dünyada yüzler fiyatı olan ve kolaylık satın alınıp değiştirilebilen birer giysidir. Bayan ona fularını geri verir ve ilişkiyi bitirir.

Peki burada kadını ne kadar suçlayabiliriz? Giydiklerimiz bizden daha değerli gibi davranmıyor muyuz? Aynalarda bedenimizde dair parçalardan çok giydiklerimize bakmıyor muyuz? Aytemiz’e ait, filme esin kaynağı olduğu fikrine katıldığım Rene Margritte’nin “Le Chemin de Damas” isimli şu resmine bakalım:


Yolda bu iki karakterle karşılaşsanız, siz bu resimdekilerden hangisine saati veya bir yerin adresini sorardınız? Artık giysilerimiz, başka bir değişle hediye paketlerimiz, içinde gizlediğimiz hediyeden çok daha yaldızlı, parlak ve albenili… Çıplaklık ve gerçekler çağımızda yalnızca hayal kırıklığıdır. Genesis bölümünde bahsedildiği gibi, utancımızı sarmak için giydiğimiz “giysi” , çağımızda bizden daha fazla “insan”dır… Kadın bu dünyada yaşayan herkes gibi davranmıştır…

Bu kırmızı fular, kahramanımız için artık o kadındır. Onun zarif boynunun kokusunu taşımaktadır… Bay Phelps aldatıldığı bu durumu da protesto etmek için bundan sonra da, daha önce davrandığı gibi bir kafa taşımayı reddeder… Bu hazin aşk hikâyesi kahramanımızı oldukça tedirgin de etmiş, kendine ve dış dünyasına aşırı bir temkinle yaklaşmasına sebep olmuştur.

Kahramanımızın “kafasızlık” tercihi sonsuza kadar sürmemiştir, çünkü aşk yeniden ince yumuşak kökleriyle ruhunu sarmaya başlamıştır bile. Bay Phelps, aşkın ruhuna kattığı o erinç hafiflikle dans ederken karşısına bu değerli, ama yeri olmayan anı (fular) çıkar. Şimdi aşkın mutlu hali yaşanmaktadır ve bu anının yeri o oda (zihin) değildir. Atılmalıdır. Evet, tam anlamıyla bunu yapar! Kırmızı fuları unutmak, ondan kurtulmak için odadan (bana göre zihinden) dışarı atılmaktadır. Bay Phelps kırmızı fulardan ve sahibi kadından kurtulduğu için (sen öyle san!) yeniden dans ve mutluluk zamanıdır…

Ancak unutmak o kadar kolay değildir… Kendisine kafa almak için bir dükkâna giderken, kaldırımda fuları görür ve onu şefkatle yerden alır, ceketinin cebine koyar (zihne dönüş). Bu sahnede umut da vardır:



Filmden alınan yukarıdaki karede umudu simgeleyen, yeşil bir bitki görülmektedir. Bu cılız ama cesur canlı, kaldırımın o taştan kalbini yarmış, üstelik bir kaldırım taşını da yerinden oynatarak yapmış bunu. Bu umut değildir de nedir? Kırmızı şalın hikâyesini biz burada bitiriyoruz, Bay Phelps’in bitirip bitirmediği kendi bileceği iş…
Yüz satan dükkânın girişinde, aynı yüze sahip iki bayanın mutlu mutlu dükkândan dışarıya çıktığını ve Bay Phelps’i görmeleriyle keyiflerinin kaçtığını fark ediyoruz. Bunun nedeninin ise, az önce takım olarak aldıkları ve bundan mutluluk duydukları yüzlerin birer hüner değil, birer giysi olduğu gerçeğini, kafasız ve gerçek olan kahramanımızın bu haliyle yüzlerine vurması.

İçeride satıcı ile yapılan konuşmadan, kahramanımızın hayatındaki ilk kafasını aldığını anlıyoruz. Filmin ilerleyen kısmında satıcının Bay Phelps’e verdiği ilk kafanın, bir reklam panosunda şu sloganla görürüz: “Une tete tous les cous” sanırım “her boyuna uygun bir kafa” gibi bir anlamı var, yani herkes için uygun bir kafamız vardır gibi, adeta bir giysi reklamıymışçasına kafaları pazarlamaya yönelik bir slogan. Bu, kahramanımızın ilk kafasıdır ve tıpkı bir doğum sahnesi gibi kırmızı kadife perdelerin arasından Bay Phelps dünyaya yeniden ve “tam” olarak gelmektedir. Ancak ruh-doku uyuşmazlığı nedeniyle giyilen yüz: “Ben bu bedene ait değilim!” diye bağırmaktadır. Kahramanımızın yanına köpeği kucağında gelen kadın ise, sesi ile yüzü arasında 40 yıllık farkı kanıksamıştır ve yeni yüzünden memnundur.

Satıcımız, kahramanımız üzerinde ikinci olarak sunduğu kafayı alması için Alanya turist esnafı tarzı bir baskı kurmaktadır. Benzer şeyleri giyerek “Bakın aynısından ben de kullanıyorum, çok memnunum” der gibi satıcı da Bay Phelps’e verdiği ikinci kafaya benzer bir kafa takmıştır. Ancak ruhsal ifadelerin yansıması olan mimiklerde, yine tüm büyü bozulur.

Kahramanımız bütün bunlara karşın, bir kafa paketi ile dükkândan çıkar, çiçeğini alır ve buluşacakları kafenin WC’sine iner. Zira, kafalar birer giysidir ve toplum içerisinde değiştirilmesi yakışık alan bir şey değildir. Korkuyla aynaya bakar, ama o da ne? Harika olmuştur. Hık demiş ruhundan düşmüştür bu yüz. Mimiklerde de herhangi bir aksaklık yoktur. Âşık olduğu kadın onu “tam” olarak görecektir artık. Ama olamaz! Bu siyahi yüz beyaz elleriyle hiç de uymuyodur ki… Ne kadar benimsersek benimseyelim bizim olmayan bir yabancıdır bu yüz. Yıkılır. Çaresizce kafayı çıkarır ve kafasız olarak aşkına ilerler. Ancak kadın ona aşkla bakmaktadır. Belli ki bir giysiye değil o’na âşıktır. Kafeden çıkarlar ve kafasız ama mutlu kahramanımızın koluna girer ve baloya giderler. Bu esnada hava dev bir gemi olarak limana ağır ağır yaklaşmasıyla tatlı bir yumuşaklıkta kararır, gece denilen şey bu geminin gölgesi kadar romantiktir çiftimiz için. Gökten muhtemelen üç zeplin geçmektedir ve film mutlu bir başlangıçla, müzik, dans ve aşkla sona erer. Harikadır film…

bÖ! (Başar Öztürk)