16 Eylül 2011 Cuma

Öküzün baktığı gözle sevebilmek treni…



Tren yolculuklarını seviyorum. Bir Luna Park oyuncağına biner gibi hevesle binip, doyamadan iniyorum (keşke daha fazla jetonum olsaydı). İşin nedenini anlatmak genelde büyüyü bozar; ama şimdi olduğu gibi çoğu zaman da kaçınılmazdır. Özellikle de nedenlerin çözümünü okura bırakmak konusunda benim kadar bencil bir insansanız.

Yolculuğunuz içinde küçük yolculuklar gizlidir. Her vagon ayrı bir evin salonu gibidir ve her vagonda benzer bir dağılım vardır: bulmaca çözen bir aile babası (tercihen okuma gözlüklü), tren yolculuğu yaptığı için çok havalı olduğunu düşünüp pencereden dışarıya dalıp giden ergen, Kitap okur gibi gözükmeye çalışan genç kız, kitap okuyan genç adam, müzik dinleyen genç adam, dinlediği “havalı” müzik bir karşı cins tarafından duyulsun ve takdir edilsin isteyen genç adam, bu gencimizi yüksek ses konusunda uyaracak olan yaşlı teyze…

Tüm vagonlar birbirine benzese de, ayrı bir vagon var elbette: Yemekli Vagon! Bazen vagonlarda dahi gezmeden, biletimde yazan yeri görmeden bu vagona atıyorum kendimi. Yemekleri leziz değil, ayrıca oradaki çarkı döndürmek için sıklıkla sizden sipariş de bekliyorlar; ama orası olması gereken yer işte. Bir yanıma yükümü yığıyorum, diğer yanımı ay yıldızlı pencereye yaslıyorum. Burada ay-yıldız bana bir ülkenin bayrağından çok bir masalın gecesinden aşırdığım bir gölge gibi geliyor...

Yazmak çok keyifli oluyor o masada, okumak da öyle… Okuduğunuz bu yazıda da o keyfi tattım… Tabii her zaman iyi bir şeyler çıkmayabiliyor (şu an olduğu gibi); ama çalışma masanız, saatte yaklaşık 70 km hızla yerden iki metre yükseklikte gidiyor ve biranızı yudumlarken yanınızdan bir dünya geçiyor. O doyurulmaz açlığımızın bilinçsizce istediği (istedildiği) gibi tamamı değil elbette, yalnızca bir kesiti. O kesite nazır, yazınızı yazarken koyduğunuz nokta kağıda değil de yanınızdan geçen bir yaprağa konuyor. Benim uçan halım bu! Aslında tüm mesele “öküzün trene baktığı” o gözle, o tutkuyla bakabilmek trene…

bÖ!