5 Haziran 2011 Pazar


Avant d’aller dormir*

Masalları severim. Hayır, annem yatmadan önce masal okumazdı bana. Tek bildiği masal külkedisiydi zaten… Ben, masalları sevmeye fotograftaki kitapla başladım: Fransızca bir masal kitabı. Saatlerce kitabın kapağına bakıp, o rüya mavisi koltukta oturan Avrupai çocuk yerinde kendimi hayal ederdim. Okumayı bilmemenin o güzel günlerinde, harflerle bir alıp veremediğim hiç olmadı. Latin alfabesinin bu güzide mensuplarını gördüğümde hiçbir dil-din-ırk ayrımı yapmadan (subjektif çocukçuluk) hepsini resimlerin altındaki küçük karıncalar olarak görüyordum. Mühim olan resimlerdi.
Kitabın tüm masallarını resimlerden kendi kendime kurduğum hayaller aracılığıyla okuyordum. Kurduğum masallar o kadar netti ki; bu masallarda ne yazdığını büyüklerime (o zamanlar dünya nüfusunun %95’i benden büyüktü) sorma ihtiyacı dahi duymadım. Ancak; yelkovanını-akrebini ve kadranındaki tüm verileri yitiren bir tren istasyonu saati (ileri ki zamanlarda onun bir saat değil de alelade silindir şekilde kesilmiş bir Fransız kaşar peyniri olduğunu öğrenmem beni üzmüştü) ile bir çocuğun maceralarını anlatan masalın sonunun çikolatalı bir pikniğe nasıl dönüştüğünü hala tam olarak çözebilmiş değilim.

Amelie (Le fabuleux destin d'AméliePoulain) filmini bu kadar sevmemin arkasında da bu kitabın bilinçaltımdaki etkisinin olabileceğini savunan Toulouse’lu uzmanlar var. Sonra Türkçe kitaplarda resimlerin altındaki karıncalarla ismen de tanıştırıldım (Milli Eğitim Bakanlığı çok sevindi ve bu tanışmayı ıslatalım diyerek, okuma bayramı düzenledi.). Bu dönemde aklımda kalan eserlerden biri de Kibritçi Kız. Dünyanın en hüzünlü masalı (Evet deniz kızından daha hüzünlü!). Bir kibrit alevinde insanca yaşam demoları gören ve donarak ölen o zavallı kız… Dünya görüşümün oluşmasında da bir mihenk taşıdır. Münir Özkul’un kibritçi kızın donmuş bedenini kollarına alıp, New York Borsası’nda şöyle bir gezinmesi halinde kapitalizmin insafa geleceğini de ummadım değil bir vakit… Yine La Fontaine’den Rüzgar ile Güneş masalı da çok etkilemiştir beni.

Hüzünlü ve didaktik masalları çok sevmezdim aslında. Hatta masalların mutlu sonlarında her şey yola girmişken bitmelerinden nefret ediyordum. O noktada devam etmelerini, mutluluklarından biraz daha bahsetmelerini istiyordum. Ne bileyim: Kırmızı Başlıklı Kız iyi bir kısmet bulsun. Pamuk Prenses ve prensin balayından bir kesit alalım. Kül Kedisi (Cinderella) geldiği yerleri unutmasın oradaki kız çocuklarının eğitimini üstlensin falan isterdim.

Masalları genelin aksine masum da bulmam! Özellikle iyilerin çok acımasızlaştığını ve öç alma duygusuyla nasıl da vahşileştiğini düşünüyorum: pamuk prenseste cadının masalın sonunda uçurumdan atıldığını veya kırmızı başlıklı kızda kurdun uyurken karnının yarılıp, taşla doldurulup nehre atıldığını unutmayalım. Yine de masal denen dünya o kadar büyülü ki, öyle bir içine çekiyor ki beni karşı koymak istemiyorum, yumuşak bir kumsalda ayağımı gömer gibi gömülmek istiyorum o dünyaya… Bana kalırsa hayat da, eskiden bir masaldı ve kötü bir cadı onun tüm gerçek üstü kavramlarını elinden aldı. Fantastik kavramların yerine; sabah uykusunu alamamış çocuklar yerleştirdi okullara, memuriyeti getirdi, prenses dolu saraylar yerine adliye sarayları yaptırttı. Uçan halıları beton prangalarla boğazın derinliklerine attı. İşte bu yüzden hayvanlarla konuşamıyoruz, sonu ne olursa olsun ormanda karşımıza devasa pasta evler çıkmıyor, devleri yenemeyişimiz, uyuyan güzeli öpemeyişimiz, sevdiğimizin saçına tırmanarak kulelere çıkamayışımız hep bu yüzden. Ama biz, masal iyileri kadar vicdansız olmadığımızdan o cadıyı kazanlarda kaynatmıyoruz…
Masalları seviyorum belki de gereğinden fazla; ama ben şikâyetçi değilim masal hiç değil…

(*) Yatmadan önce

bÖ!