21 Mart 2020 Cumartesi

DURAK- ÖYKÜ

Durak

“Halkların ve insanların, birbirlerini anlamadıkları için dalaştıklarını düşünmek doğru değildir. Birbirlerini anladıkları için dalaşırlar.”
                                                                                                  Emile Ajar-Yalan Roman

Beni yanlış tanımanızı istemem… Belediye otobüsünde yanlışlıkla basmış olsam bile o “DURACAK” lambasını bir kez yaktıysam, Yunan Mitolojisi’nin erkek kahramanları gibi yazgımı olumlar ve inmemem gereken duraklarda tüm sorumluluğu alarak vakur adımlarla inerim. İlk eşim Gizem’le de aşağı yukarı böyle tanıştık. Bir kafede. At kafası gibi kahve çekirdekleriyle süslenmiş “yeni nesil” kahvecileri bilirsiniz. Nesneleri özgün boyutlarıyla sevdiğimden olsa gerek, kahve çekirdeklerinin sevimsiz kanunlar gibi at kafası boyutunda tepemde ahkam kesmelerini istemem. İşte böylesi “sıcak” bir kafe ortamında yanlışlıkla bir tanıdığa benzettiğim için göz göze geldik Gizem ile. Bir bakıma önce yanlışlıkla “BAKACAK” ardından “FLÖRTECEK” lambalarını yaktım ve inmemem gereken duraklarda indim. O zamanlar garip bir şekilde bu tarz kafelerde kitap okunabileceğine inanır, mesai çıkışlarında böyle kafelere gidip okuma vadiyle kandırdığım elimde sürünmüş romanları bu kafelerde okumaya çalışırdım. Oysa ben yalnızca oturma odasındaki sırt dayama kısmının üst tarafı kitaplık rafı olan kanepede başımın altına çift kırlent koyarak yarı uzanır yarı oturur vaziyette düzgün kitap okuyabilmişimdir. Beni yanlış tanımanızı istemem. 

O gün de kafede tam bir buçuk yıldır elimde artık emekliliğini bekleyen Oblomov Romanı vardı. Onlarca romanla aldatmıştım onu. Ancak romansız kaldığımda dönüp yine onun sararmaya yüz tutmuş sayfalarına sığınıyordum. Sehven göz göze gelişimiz üzerine Gizem gülümseyerek kahvesini ve kitabını aldı ve oturma saikiyle bana doğru yöneldi. Böyle bir durumda ben de kendisinin çirkin olduğunu düşünen her normal vatandaş gibi “organ mafyasının ağına mı düşünüyorum?” diye düşündüm. Bilerek ve isteyerek “korktum” demedim; “düşündüm” dedim. Zira o günlerde öylesine derin bir yalnızlık çekiyordum ki… Sevdiğim müzik gruplarının konser kayıtlarını konser kalabalığının bir parçasıymışımcasına dinliyor, nakaratlara elimi kolumu sallayarak (karanlığa ve şarkının ruh haline bağlı olarak bazen de çakmak yakarak) eşlik ediyordum. O zamanlar o yalnızlık bulantısının ortasında organ mafyasının hoş kadınlarının bana sunacaklar üç dört saatlik ilgi karşılığında seve seve böbreğimin tekini verebilirdim. Masama gelip bitmek üzere olan kahvesini ve okuduğu yer kaybolmasın diye açık sayfaları masanın üzerine denk gelecek şekilde James Baldwin’in “Ne Zaman Gitti Tren” Romanını koydu. Bu haliyle kitap, yüz üstü yatırılıp kelepçelenmiş siyahi bir insanı andırıyordu. Yazarını düşününce kitapla ilgili böyle bir metafor kurmama şaşmamışsınızdır. İşte ona söylediğim ilk sözlerim de bu metafor üzerineydi. 

Ah o ilk sohbet. Tüm sermayesini pavyonda yiyen bir taşralı gibi tüm kültürel sermayemi onu etkilemek adına harcıyordum. Kültürel sohbetlerin kılcal damarlarında bulabileceğiniz Spinoza, Hume saptamaları, sinemanın kült olmuş filmlerinin popüler olmuş göndermeleri dışında bazılarını benim keşfettiğim, ama çoğunlukla sağdan soldan okuduğum duyduğum göndermeler… Usuma onu etkileyecek ne gelse anlatıyordum. Kültürel sermayem, geri kalmış ülkelerde seçime giden bir iktidar partilerinin popülist vaatleri gibi hızla fütursuzca harcanıyordu. Bu hızla değil o akşamı, önümüzdeki bir saati bile ucu ucuna idare edebilirdim. Beni yanlış tanımasını istiyordum. Okuduğu kitaplardan yorulup, TV’de saatlerce yemek programı izleyen, ekrandaki bilgi yarışmalarına katılan yarışmacıların basit sorulara kurnaz ve cahil akıl yürütmelerle ulaştıkları yanlış yanıtlarını duyduğumda onlara hakaret eden, doğru yanıtın açıklanmasıyla hayal kırıklığı edinmiş suratlarına karşı hareket çekecek kadar sığlaşan, Tarkovski filmlerinde uyuklayan, barlarda ortaya gelen karışık kuru yemişte arkadaşlarını düşünmeden sırasıyla kajuları, bademleri antep fıstıklarını yiyen ve arkadaşlarına, kambur leblebileri layık gören biri olarak… ta kendim olarak tanımasını istemiyordum.  

Evlenme teklifinde bulunacağım gün de “Bak Gizem” diyerek elimde sarı bir leblebi tanesini tutuyordum: 
“Gizem, her leblebi tanesi, ölmüş bir leoparın ruhunu taşır. Bu sarı kürecikler üzerindeki siyah benekleri başka türlü açıklayamayız.” 

 Sohbetimizin sonunda “EVLENECEK” yazdı ve inmememiz gereken bir durakta inmiş bulduk kendimizi. İlk eşim Gizem, benim gizemimi evlenince çok çabuk çözdü. Mülteci çocuklarının sığındıkları ülkenin dilini öğrenmedeki hünerlerini arattırmadı. Sıkıcılığım, sığlığım, TÜİK verilerinin tam ortası olan değerlerim nedeniyle ortalama bir adamdım. Beni yanlış tanımasını çok isterdim ama olmadı. Derin sessizliklere gömüldük ilkin… İlişkimizin en gardı düşük dönemimizde elektrikler kesildi “Aaa!” dedik, çünkü ikimiz de ana babalarımızdan elektrik kesildiğinde karanlığı şaşırarak karşılamayı öğrenmiştik. Karanlığın dinmesini bekledik durduk. Birer bekleme uzmanıydık. Beklemenin bordo berelileriydik. Hiçbir ekipman verilmeden sadece kendi olanaklarımızla aylarca bekleyerek hayatta kalabilirdik…

Beklediğim gibi ilk ben pes ettim. Pes etmede üstüme tanımam. Güzel bir kadını aldatmak istedim… Beni yanlış tanımanızı istemem, bitecek bir ilişkide hazların en sonunu da ekmek koparıp sıyıracak kadar zavallıyımdır ben. Çok çabalasam da kimseyi aldatmaya ikna edemedim… Gizem ise bu konuda ilk seferinde başarılı oldu... Önce bana saygısından, sonra acıdığından gizlemeye çalıştı… Gizlemeye değer olmadığımı da anladıkça hissettirip onu bırakmamı istedi… Bırakmak ise bana hep zor gelmiştir… Annemin anlattıklarına göre beş yaşına kadar emzikle gezmişim. Emziğimi gizledikleri gibi Gizem de kendini benden gizledi. Bir sabah hiçbir şey olmamış gibi son kahvaltımızı yaptık. Akşamları yeni çay demlemeye üşenip sabah ki çayı ısıttığımız için kahvaltılarda demliğe akşamı da düşünerek

fazladan çay koyardık. O sabah da demliğe fazla çay attığını görünce rahatlamıştım “Bugünü de kurtardık, akşam yine beraberiz” demiştim içimden. Akşam öyle olmadı. Eve geldiğimde anahtarlarını ayakkabılıkta gördüğümde bile safça “anahtarlarını unutmuş” diye geçirdim içimden. Gardıropta onun mülki amirlik sınırları içerisindeki devasa boşluk ise şüpheye yer bırakmamıştı. İnsanları tanıyamıyorsunuz. Sabah o kadar çay demleyip ansızın, “TERKEDECEK” düğmesine bile basmadan hayatınızdan inip gidebiliyorlar...

 bÖ!