13 Aralık 2011 Salı

Herr Sommer Beyaz Mantolu Adama Karşı

Aslında birbirinden farklı; ama yine de benzer iki adam, iki öykü… Birinin yazarı Süskind, öbürünün Oğuz Atay. Süskind’in yazdığı “Koku” o kadar kuvvetliydi ki; diğer tüm yapıtları yeteri kadar algılanamadı. Bunlardan biri Bay Sommer’in hikâyesi… Bir başyapıt mı? Hayır! Ama bir çocuğun hikâyesinin içinden geçen durmayan-duramayan ve durmak da istemeyen bir adamın hikâyesi ve bu hikâyenin bazı yerleri var ki; sanırım hep anımsayacağım: Çocuğun intihar etseydi; önemsediği insanların ne denli üzüleceğini düşünüp mest olduğu o hayal, piyano hocasının üzerinde hissettirdiği o baskı ve son sahne… Daha önce başka bir yerde de karşıma çıkan tanıdık bir son…

İki hikâye birbirinden çok farklıdır aslında Atay’da kahramanımız tektir: “Beyaz Mantolu Adam”; ama Bay Sommer, buna karşın hikâyenin asıl kahramanının büyüme evresinden geçen bir eksendir, başrolde değildir. Farklıdır hikâyeler evet; çünkü “Beyaz Mantolu Adamın” en büyük silahı susmakken; Sommer çok üstüne gidildiğinde bir iki cümle bir şeyler söyleyebilmektedir… Hele bir yerde öyle bir şey söylüyor ki; orada eminim Beyaz Mantolu Adam yanında olsa onu canı gönülden alkışlardı: Şiddetli bir dolu fırtınasında çocuk kahramanımız babası ile yolda Herr Sommer’i görüyor, babası bir acıma duygusuyla ve inanılmaz bir ısrarla Herr Sommer’i arabaya davet ediyor; ancak o gelmiyor (Beyaz Mantolu Adam’ın da benzer inatlarına rastlıyoruz) ve en sonunda Sommer bunalıp: “Eee yeter ama beni rahat bıraksanıza artık!” diyerek noktayı koyuyor. Bu performansı kuşkusuz Beyaz Mantolu Adam’dan beklemiyoruz zira o, diğerlerinin cezasını susarak veriyor. Sahildeki toplulukta Beyaz Mantolu Adam’dan ona “ait olmayan” bir şeyi çıkartmasını istiyorlar: kadın mantosunu… Bu konuda şiddete başvuracak kadar da kararlılar. Susmaktan da anlamıyorlar; büyük bir yanılgıdalar oysa; çünkü o adam o toplumdan daha çok o beyaz mantoya ait. Tıpkı Herr Sommer’in; Obernsee’dan çok yürüyüşlerine ait olması gibi…

İki karakter arasındaki benzerliklerle de az değil aslında; ikisi hakkında da çok şey bilmiyoruz (“Kimse Bay Sommer’e ilişkin hemen hemen hiçbir şey bilmediği halde, bu bayın o zamanlar bütün ilin en tanınan adamı olduğunu ileri sürmek pek de yanlış olmazdı”) İkisinin de giyimi dış dünya tarafında yadırganıyor: Beyaz Mantolu Adam, giyimi yüzünden; kullanılıyor, itilip-kakılıyor, hatta kovalanıyor. Yine çocuk kahramanımız Herr Sommer’in giyiminden şöyle bahsetiyor: “Kışın uzun, siyah, çok bol ve tuhaf bir katılığı olan, her adımda da, gövdesinin üzerine geçirilmiş fazlasıyla büyük bir kabuk gibi sallanıp duran bir palto giyerdi.”
Ve elbette sonları, onları en çok benzer kılan: İkisi de suya elbiseleriyle sorgusuzca yürüyor ve tamamen suya gömülene kadar da vazgeçmiyorlar. Toplumun baskısından bir arınma imgesi olarak kullanılan “su” ile ve ona kaçarak kurtuluyorlar.

Bu sonun benzediği üçüncü bir “son”u izledim dün: Çağan Irmak’ın “Dedemin İnsanları” filmindeki dedenin intihar sahnesi… Aşırı şüpheci olduğum düşünülebilir, Herr Sommer’in intihar sahnesini yazıp takdiri size bırakıyorum:
“… Şimdi su omuzlarına çıkmıştı bile, şimdi boynuna … o hala ilerliyor, gölün üstüne üstüne gidiyordu … biraz daha suya gömüldü, boynuna kara, gırtlağına kadar, çenesinin üzerine kadar … sonra bir çırpıda yok oluverdi yalnızca hasır şapka kalmıştı suyun üstünde…”
Haydi şimdi bu iki adam bir iyilik yapalım ve onları “Rahat bırakalım artık!”.

Kaynakça: Atay Oğuz, Korkuyu Beklerken (İletişim Yayınları); Süskind Patrick Herr Sommer’in Öyküsü (Can Yayınları)

6 Aralık 2011 Salı

Vater und Sohn




"Seninle ikimizin arasında geçenler, aslında bir savaş sayılmazdı,; çok sürmeden benim işim bitirilmiş, geriye kala kala kaçışlar, hınçlar, üzülmeler, içte sürdürülen boğuşmalar kalmıştı"
Babama Mektup, F. Kafka


Bu denli sevimli iki çizgi kahramanla ilgili olan bu yazıya, neden böyle bir alıntı ile başladım bilemiyorum (ama şimdilik tüm suçu Almanca çağrışımlara atıyorum). Bir çok kişi gibi ben de Erich Oser'in resmettiği "Vater und Sohn" (Baba ve Oğlu) ile Almanca öğrenmeye başladığımda tanıştım. O zamanlar annemle birlikte gidiyorduk kursa ve yaşıma en yakın kişi benden 10 yaş büyüktü. On yaşlık bir fark, 11 yaşındaki bir çocuk için hayli zordu. Cumartesi 9:00'da başlayan kurstan nefret ediyordum. Uykum geliyordu, daha da kötüsü uykum geldiği için bana acıyorlardı. 11 yaşında büyükler tarafından acınmak, gururumu kırıyordu. Uyumamak, uyumamak ne kadar zor olabilirdi... Çok zordu. Öğretmen de (Henüz 15 yaşından küçük olduğum için hoca diyemiyordum) bana Almanca bir şey soracağında eğilerek, yapmacık bir gülümsemeyle sorardı. Ah ona şöyle demeyi ne çok isterdim: "Hey Bayan, eğilince ve sahte sahte gülünce sesiniz daha iyi gelmiyor!" Ama çocuktunuz,böyle lafı gediğine sokan söylemleriniz bile "Bakın ne de güzel cevap verdi, pek zeki maaşallah" ve türevi yanıtlarla bayağılaştırılacaktı.
İşte bu sıkıntılı günlerimde, büyüklerin dünyasına hiç de yakışmayan iki süper kahraman çıktı karşıma: Vater und Sohn...
Bir baba ve oğlu, sürekli bir kargaşanın, sakarlığın ve talihsizliğin girdabında mizaha doğru çekilmekteydiler. Komiktiler, bir çocuğu güldürmek zordur. Yetişkinler mi? Böyle asık suratlı ve kuralcı olduklarına bakmayın, onlar her şeye gülerler. Hatta entellektüel geçinen tiyatro seyircisi kitlesi var ya; o kitlenin daha içinde; "hasiktir!, vay pezevenk, nah!" sözcükleri geçen bir oyun diyoloğuna gülmediklerini görmedim.
Bu keyifli resimlere bakarken, tam da her şey yolunda dersten de keyif alıyorum diye düşünürken, büyükler illa büyüklüklerini göstereceklerinden keyfimi kaçırmayı başardılar. Öğretmenimiz, sanki her şey yeterince net değilmiş gibi bizden baba ve oğlanın resmedilen hikayesini yabancı dilde aktarmamızı istedi. Aklıma bir sürü komik yaratıcı fikir geliyordu (çünkü çocuktum); ama bunları Almanca anlatmak... Aman Tanrım ne büyük bir işkenceydi... Almanca sadece; sayıları, ismimi, nereden geldiğimi ve renkleri bilen 11 yaşındaki ben, fırına verdiği pastaya kuru üzüm koymayı unutan babanın, kuru üzümleri mermi gibi tüfeğe yerleştirip pastaya ateş ettiği hikayeyi nasıl anlatabilirdim? Büyükler genelde "nasıl" ile ilgilenmiyordu. Bunu yapamayınca da bu çocukluğuma vuruluyor; aynı acıyan sahte gülümsemelerle bana bakılıyordu... Büyükler bununla da yetinmediler, dersi aksattığım beni kırmadan annem vasıtasıyla bana iletildi (her zaman araya adam koymaya bayılır zaten bu büyükler).
Vater und Sohn, o günlerde beni bir tek onlar anlıyordu. Girişteki alıntıya gelince... Hala doğru bir alıntı olmadığını düşünüyorum. Gelin onu, hayatında asla çamaşır yıkamayacak bir film yıldızının, bir deterjan markasının reklamında yer almasıyla bir tutalım ve bu bahsi kapatalım. Çünkü buradaki baba oğlunu gerçekten seviyordu, oğlu da babasını. Tamam, zaman zaman şiddete başvuruyordu; ama seviyordu, gerçekten. Ohser, bir çiziminde; babayı oğlu uyurken onu uyandırmadan yatağı ile birlikte doğaya taşıdığını çizmişti. Bir nehir kenarındaki çimenlikte gözlerini açan oğulun etrafındaki geyiklerle, ağaçlarla, tavşanlarla nasıl mutlu bir güne uyandığını... hadi Almanca anlatalım (korkarım ben de büyüdüm).